Anasayfa / Sektörel / Sektör Haberleri / Ekonomi / İş Dünyası / ARTIK İHRACAT KOLAY DEĞİL AMA VAZGEÇMEK DE OLANAKSIZ

ARTIK İHRACAT KOLAY DEĞİL AMA VAZGEÇMEK DE OLANAKSIZ

ARTIK İHRACAT KOLAY DEĞİL AMA VAZGEÇMEK DE OLANAKSIZ28.07.2009Artık dünya, ABD'nin dış ticaret açıklarına dayalı bir biçimde büyümeyecek. Dış ticaret, her ülkenin cari açığının eskiye oranla çok daha dikkatle gözetim ve denetim altında tutulduğu bir dünyada yapılacak. Kabaca, ne kadar ihracat, o kadar ithalat.

Önce bir bilgi vereyim: Daha önceki yazılarımda, Caroline Van Rijckeghem ve Murat Üçer tarafından Türkiye'de tasarruflar üzerine yapılan çalışmanın Türkçesinin de yakınlarda yayımlanacağını belirtmiştim. TÜSİAD-KOÇ Üniversitesi Ekonomik Araştırma Forumu, geçen hafta içinde bu değerli çalışmayı web sitesine koydu. Adresi şöyle: Caroline Van Rijckeghem ve Murat Üçer: "Türkiye'de Tasarruf Oranının Evrimi ve Başlıca Belirleyicileri: Doğru Politikalar İçin Çıkartılacak Dersler http://www.ku.edu.tr/ku/images/EAF/rr0903.pdf

Başta bu çalışma olmak üzere elimizdeki bilgilerden edindiğim izlenim, Türkiye'de son yıllarda özel tasarruf eğiliminde gördüğümüz azalmanın, önümüzdeki yıllarda, bir ölçüde, ters dönmesinin beklenebileceği yönünde. Ancak bu iyimserliğin bir sınırı olduğu da anlaşılıyor. Türkiye'de özel tasarrufların (şirketler kesimi dahil) GSYH'ye oranının en çok eski düzeyinde çıkabileceğini umabiliriz. Ama diğer gelişmekte olan ülkelerin tasarruf eğilimlerine yakın bir düzeye ulaşmayı beklemekse pek gerçekçi görünmüyor. Öte yandan, keyfince cari açık verip, başkalarının tasarruflarından yararlanma dönemi ABD için bile bittiğine göre, Türkiye için de sona erdi. Artık cari açıkların sürdürülebilir olup olmadığı konusunda herkesin çok daha duyarlı olduğu bir döneme girdiğimizi kabul etmemiz gerek. Aslında bu konuda çok daha önce duyarlı olmalıydık. Bu konu dile getirilmedi değil. [Örneğin Sübidey Togan ve Hasan Ersel: "Current Account Sustainability-The Case of Turkey", E. Başçı, S. Togan ve J. Von Hagen (Der.): Macroeconomic Policies for EU Accession, Cheltenham: Edward Elgar, 2007, s. 268-293]. Ancak hem özel karar alıcılar ve ne yazık ki hem de iktisat politikası yapımcıları, içinde bulunulan geçici dönemin sunduğu olanakların çekiciliğine kapılıp ihtiyatı elden bıraktılar. Yaşadığımız iktisadi daralmanın şiddeti biraz da bununla ilgili.

Hemen işaret etmek gerekir ki şu ana kadar, nereden geldiği belli olmayan (ödemeler dengesinin net hata ve noksan kaleminde yer aldığı için) kaynaklarla, Türkiye'deki iktisadi karar birimleri yurtdışına olan borç servislerini karşılayabilmiş görünüyor. Dolayısıyla bu alanda Türkiye riskini daha da artıracak bir sürçme yaşamadık. Bu, olumlu bir nokta. Hiç olmazsa bir kat aşağıya düşmüş olsak da ayağımız sağlamca bir yere basıyor. Ama herhalde, burada ebediyen kalmayı hedeflemiyoruz. O halde ekonomimizi, tasarruf sınırı altında nasıl sağlıklı büyütebileceğimiz sorusuna yönelmemiz gerekiyor.

 

Döviz gereksinimi

Dış tasarruflardan yararlanmanın bir başka boyutu olduğuna da dikkat etmek gerekiyor. O da Türkiye'nin döviz gereksinimini karşılaması. Türkiye'nin döviz gelirleri, döviz giderlerinden hep az. İthalatımızı finanse edebilmek için dövize ihtiyacımız var. Bu nedenle de Türkiye, mali sermayeyi ülkeye çekmeye daha önem veriyor. Doğrudan yabancı yatırım söz konusu olduğunda bile, Türkiye için en çekici olan, döviz cinsinden gelmesi. Bu bizi, örneğin Çin gibi ülkelerden farklı bir konuma taşıyor. Çin doğrudan yabancı sermayenin belirli alanlara gelmesi ve orada kullanılmasını istiyor. İleri teknoloji vs. gibi. Türkiye ise yabancı sermayenin bizim döviz olanaklarımızı artırması ve bunu serbestçe kullanabilmemizle daha ilgili. Teknoloji vs. sorunlarını yerli iktisadi karar birimlerinin bir türlü çözebileceğini varsayıyoruz. Doğrudan yabancı sermaye çekmenin bu iki farklı yolunun teknoloji, verimlilik ve sürdürülebilir ihracat kapasitesi yaratma üzerindeki etkilerini karşılaştırmak, doğrusu, ilginç bir çalışma olurdu.

Buradan çıkan önemli bir politika sorunu, Türkiye'nin döviz gereksinimini nasıl karşılayacağı. Akla gelebilecek ilk yol, Türkiye'nin ithalata bağımlılığını azaltmak. Buna, ithal ikameci sanayileşme deniliyor. Ana fikir de şöyle: Ülkenin sanayileşme stratejisi öyle olmalı ki iktisadi büyümeyi sürdürebilmek için ithalat yapma gereği görece azalsın. Doğal kaynakları (petrol vs.) ikame edemeyeceğimize göre, bu tür bir sanayileşme stratejisinin hedefi, sermaye malları ve/veya ara malları üreten sanayilere öncelik vermektir. Bu strateji, farklı ülkelerde, farklı kurumsal yapılar altında, farklı ülkelerde uygulanmıştır.

Bu yaklaşımın kuramsal temelleri 1928 yılına kadar uzanır. O tarihte Sovyetler Birliği'nde Gosplan'ın planlama komisyonunda çalışan bir iktisatçı olan G.A. Feldman, bu tür bir sanayileşmenin uzun dönemdeki olumlu etkilerini ortaya koyan bir model geliştirmişti. Bu çalışmadan haberi olmayan ünlü Hint asıllı istatistikçi P.C. Mahalanobis ise 1953 yılında aynı modeli bulmuş ve bu çalışması Hindistan'ın ikinci beş yıllık kalkınma planının hazırlanmasında kullanılmıştı. (Feldman'ın çalışmasına ilişkin ilk İngilizce kaynak, daha sonra 1957'de yayımlanmıştı. Söz konusu kaynak Harrod-Domar modeli olarak bilinen büyüme kuramına yaptığı katkısıyla tanınan Evsei Domar tarafından kaleme alınmış bir makaleydi)

 

İthal ikameci günler

Gerek ithal ikameci, gerekse Feldman-Mahalanobis yaklaşımları daha sonraki yıllarda epeyce eleştirildi. Kuramsal açıdan dikkat çekilen önemli bir nokta, Feldman-Mahalanobis yaklaşımının kapalı ekonomiyi varsaymasıydı. Bu, 1920'lerin Sovyetler Birliği ve bir dereceye kadar da 1950'lerin başının Hindistan'ının tarihsel koşularına uygunsa da genelleştirilebilir bir durum değildi. Nitekim bu modeli dış ticaretin var olduğu bir ekonomiye genelleştiren çalışmalarda, ağır sanayiye ağırlık veren stratejinin geçerliliğini yitireceği de gösterildi. Öte yandan böyle bir stratejinin uygulanmasında ortaya çıkan devlet müdahaleciliğinin aşırı artması ve ekonominin içine kapanması gibi sorunlar da eleştiri konusu oldu. Bütün bunlara rağmen, ağır sanayiye öncelik veren ithal ikameci yaklaşımın, bu ülkelerde bir sanayi temeli oluşturmaya katkısı olduğu da inkâr edilmez.

Türkiye, ithal ikameci sanayileşme politikasını 1960-80 döneminde uyguladı. Kanımca bundan olumlu sonuçlar da alındı. Ama sakıncaları da görüldü. Geldiğimiz noktada, bu tür bir politikaya dönmenin anlamı olmadığı da açık. O halde yapılması gereken, döviz kazanabilen ve bu konumunu sürdürebilen alanlara öncelik vermek.

 

Tarlada fabrika üretmek

Değerli hocamız Prof. Dr. Besim Üstünel, 1967 yılında Mülkiye'de bizlere verdiği "Günün İktisadi Meseleleri" dersinde "tarlada fabrika yetiştirmekten" söz ederdi. Çok iyi bir dış ticaret uzmanı olan hocamız, dış ticaretin ekonominin gelişme biçimini etkileyebilme olanaklarını herkesten çok daha fazla biliyordu. Bu örnekle anlatmak istediği şuydu: İlle de Feldman-Mahalanobis çizgisini izleyip fabrika yapacak fabrika yapmaya gerek yok. Dışa açık bir ekonomide, ihraç edebileceğiniz ürününüz varsa (tarıma dikkat çekiyordu), onun kazandırdığı dövizlerle istediğiniz tesisi satın alır, ekonominizin gelişme yolunu çizebilirsiniz.

Hocamızın bu yaklaşımı, bugün de geçerliğini koruyor. Ancak bu, işin kolay olduğu anlamına gelmiyor. Artık dünya, ABD'nin dış ticaret açıklarına dayalı bir biçimde büyümeyecek. Dış ticaret, her ülkenin cari açığının eskiye oranla çok daha dikkatle gözetim ve denetim altında tutulduğu bir dünyada yapılacak. Kabaca, ne kadar ihracat, o kadar ithalat. Bu nedenle de dış ticaret çok daha rekabetçi koşullarda yapılacak. O zaman da hangi faaliyetlerden sürekli döviz kazanabileceğimizi kestirmek çok daha önem kazanacak. İşte yeni sanayi politikası, bu amaçla devletin "bilgi olanaklarıyla" özel kesimin bilgisini ve gayretini bir araya getirmeyi öneriyor. Tabii ki bu, kendiliğinden olacak iş değil. Ama küreselleşen dünyada var olmak istiyorsak, başka da çare yok gibi.

Kaynak: Dünya Gazetesi